“Canım anacığım ben sözümü tuttum. Biz sözümüzü tuttuk ama ya millet?”
Kayseri’de kışın sonuna yaklaşıyorduk artık. Kış boyunca sınıflarımıza alışmış, yeni arkadaşlıklar edinmiştik. Yalnızlıklar artık geride kalmıştı. Şehre ilk ayak bastığımız eylül ayından bu yana hayat şehirde değişmeden akıyor ama biz hızla değişiyorduk. O yıllarda yabancı dil hazırlık sınıfları yirmi otuz öğrenciden oluşan sınıflardan oluşurdu. İngilizce okutmanları genellikle tek bir sınıfın sınıf öğretmeni gibi olurlar, ara sıra yapılan laboratuvar çalışması dışında sabah başlayan dersler akşamüstü biterdi. Her hafta sonu küçük her ay bir ay sonu sınavı ve her iki dönem sonunda bir genel sınav olurdu.
O yıllarda 12 Eylül üniversiteler üzerine bütün ağırlığı ile çökmüştü. Biz eğitime başladığımızda generaller bir çok akademisyeni üniversitelerden uzaklaştırmışlar, YÖK başkanı ceberrüt bir saldırganlıkla üniversiteleri yönetiyordu. Biz hep bir kaybedilmiş kuşak olarak tanımlarız kendimizi. Gençlik yıllarımız anarşi ve hayatta kalma mücadelesi ile geçmişti. Üniversite eğitimimiz başladığında ihtilal üniversiteleri liselere çevirmişti. Sosyal her türlü toplantı yasaktı, ,biraz kalabalık biraz gülüşme hemen sivil polislerin dikkatini çekerdi kibarca uyarılırdık. Küçük bir şehirdi o yıllarda Kayseri. Büyük şehirlerden gelmiştik bu kontrol altında tutulmak hepimizin boğazını sıkıyordu. O yıllar da şehrin busıkıcı havasının aslında Türkiye’nin her şehrinde olan ihtilal havasına ait olduğunu şimdi anlıyorum. Belki de bu yüzden bizim kuşak hiç sosyal olmayı başaramadı, Sosyal fobimiz hep oldu.
Kayseri de o yıllarda çok az balo eğlence olurdu. Kayserinin geçmişini bilenler utangaç yüzlerle 12 Eylülden önceki yıllarda şehirde bir çok orkestranın olduğunu çok balo tertip edildiğini anlatırlardı. Generaller ve öncesinde ki anarşi yılları şehrin sosyal hayatını geri dönülmez bir şekilde yok etmişti. 14 Mart tüm tıp camiası için çok önemliydi. Aylar öncesinden hazırlanılır Kayseri de yok ise Ankara ya da İstanbul dan elbise ayakkabı getirilirdi. Hanımlar balo günü saatlece kuaförlerde zaman geçirir beyler onları arabalar içinde beklerlerdi. Bu balo çoğunlukla ordu evinde olur ilin valisi rektör, sağlık müdürü mutlaka katılır ancak çok az kalır ve ayrılırlardı. Herkes bu bürokrasi gider gitmez eğlenmeye başlar mecburen ihtilal kuralı gece on ikide biterdi. Çok uzun yıllar boyunca bu saçma saat on iki kuralı devam etti bu ülkede. Sığındığımız ve adam olduğumuz bu şehirde hala sosyal hayat çok sınırlı gittiğimde görüyorum. Bu yıkıntının sebebi olan ihtilal ülkemizden çekti gitti ama geride bu soğuk asker hakisi kaldı maalesef.
Hazırlık sınıfına balo davetiyesi asılınca merakla okuduğumuzu hatırlıyorum. İngilizce okutmanımız Leyla Hanım a sormuştuk. Leyla Hanımın babası da bir dahiliye uzmanıydı. Balo düzenleyicilerine sordu bizim için katılabileceğimizi öğrendik. Büyük bir heyecandı bizim için. sonrasında aynı evde kalacak arkadaşlar sınıf arkadaşlarımız ve Leyla Hanım bir masada oturduk. Eski usul sarı aplikleri vardı ordu evinin ortada üzerine ışık düşünce her yere ışıklar saçan bir aynalı yuvarlak, orkestra bir bateri iki gitar birde org, beyaz büyük yakalı gömlekler ve siyah pantolon giyen müzisyenler. Masalarda ordövr tabakları alkol ve su birde buz kutuları.
Büyük bir heyecan ile girmiştik salona. Sakin ve düzeyli bir hava vardı. Henüz orkestra çalmıyordu. Leyla Hanım bizi eski hekimlerle tanıştırdı. Masamıza oturduk. Hepimiz en temiz ve en yani giysilerimizi giymiştik. Proğram başladı. Vali ve diğer bürokratlar gidince eğlenceye katıldık. Oynadık dans ettik. Proğramın bittiği anonsu ile yavaşça giyindik, öyle mutluyduk ki. Biz artık hekim oluyorduk. Bize selam veren deneyimlerini paylaşan hekimler masamıza misafir olmuşlardı. Gözlerinde bize sonsuz bir güvenlerinin olduğunu görebiliyorduk.
Yıllar geçti sonrasında. Fakültelerimizi bitirip hekim olduk. Ben hekim olduktan sonra tıp balosuna gitmemeye özen gösterdim. İhtilalin baş generali, hanımının ölüm sebebi olarak gördüğü hekimlerden öcünü, onların küçük düşürülmesi için her şeyi yaparak aldı. Herkesin imrenerek baktığı, muayene olmaya gelirken bir baloya gider gibi hazırlandığı bu meslek her gün geriledi. Hastalar saldırıyor artık, hekimler hastaları yüzünden öldürülüyor. Ben çocuk felci hastasıyım. Çocukluğumda hatırlıyorum annem bir gün önceden beni yıkar iç çamaşırım bile ütülenir, sabah tertemiz giydirir öyle doktora götürürdü. Canım acıdığında bir kez bir hemşirenin elini ittirmiştim anam ağlayarak özür dilemişti doktordan ve hemşireden. Tıp fakültesini kazandığımda ağlayarak bana “işte tamam oğlum bu millete borcunu ödemek zamanı bak Allahıma çok şükür hekim oluyorsun” demişti. Evet canım anam hekim oldum bu millete borcumu ödedim ama ya bu milletin bize olan borcu? Onca kurtarılan can, iyileştirilen çocuk hiç mi hakkımız yok? Ben kızımın büyüdüğünü göremedim anacığım, başkalarının çocuklarını tedavi etmekle meşguldüm. Bayramım olmadı gece boyunca kesintisiz uykum olmadı. Sence canım anam? bana baktığını beni büyük bir gururla izlediğini biliyorum her neredeysen sence canım anam biraz saygı görmeye hakkımız yokmu?
Dr.Koray TOPÇU
Yorumlar
Kalan Karakter: