Oyun bitip son ışıklar söndüğünde bilirsiniz o meşhur tirad daki gibi sözler ve hayaller yapışır kalır tiyatronun pervazlarına, perdeye, koltuklara. İlk ışık yanıp yeniden bir nefes oyuncunun yüzüne vurana kadar, geçmiş ve hayaller seslenir durur salon içinde. O salonun seyircisiz, ışıksız, soğuk kıvrıntılarında çok öncelerde bir aktörün ya da aktristin dudaklarından dökülen ihanet, cesaret, kızgınlık, belkide lüzümsuz bir sürü lakırtı mahallelerin sokaklarında eskiden halı yıkayan kadınların muhabbetli gülüşleri ve cıvıltıları gibi yaşar durur salonun içinde. Karanlıkta salonda bir koltukta oturup benim gibi zaman geçirirseniz bunu duyarsınız. Ben o yıllarda fırsat bulup eğer gece bekçisinin iznini alabilirsem birkaç saat otururdum salonda. Toz kokan soğuk ve insanın içini ürperten karanlığı ilk birkaç dakika sonra değişir benim hayallerim, gözlerimin önünde ışıldamaya başlar, sanki sesler koşturmacaya başlar, mahallenin yaramaz kedileri gibi ayaklarıma sırnaşırlardı. Süreyi unuturdum aniden elinde bekçi feneri ile bekçi girer içeri beni çaya davet ederdi.
Şehir tiyatrosunun gişesi aynı zamanda bekçi kulübesiydi. Bir şilte bir yatak tahta bir rafın üzerinde birkaç bardak bir güğüm su ve köşede içine kömür eklenince gürleyen miskin bir soba. Sobanın üzerinde tıkılıyarak demlenen çaydan bir bardak verir bana, sigara kutusunu açar içinden çıkardığı elde sarılmış sigarasından ikram ederdi. Bazı akşamlar ev yapımı sucuğun üzerine evin kümesindeki tavuklarından aldığı yumurtayı kırar, ekmeği sobanın üzerinde ısıtır buyur ederdi. Kayseri’nin bir köyündendi babası o çocukken ölmüş. Anası bakamamış hepsine, kardeşlerini akrabaya dağıtmış, bizim bekçi İsmail amcasında büyümüş. Amcasının izni ile Kırşehir’de okumuş yatılı. Sonra memuriyet yılları. Babasının ölümünü hatırlatırdı gişedeki radyoda çalan Neşet Ertaş şarkıları. Gözleri dolardı, utanırdı benden. Evliydi iki kızı vardı gözü gibi baktığı. “Okuyacaklar hocam büyük insanlar olacaklar. Ben biliyorum okumadan adam olunmaz, senin gibi doktor olacaklar, avukat olacaklar.”derdi sık sık. Tevekküllü bir adamdı. Çok parada gözü yoktu, çok hayalide yoktu. Sadece kızları.
O senenin sonunda yaza doğru yeni konservatuar binası tamamlanmıştı. Açılışa kadar bütün bir yaz boyunca nöbetleşe oradaydık. Ben o sene çok az tatil yaptım. Çalışmam gerekiyordu. Ustam bana fazladan işler bağladı. Gece gündüz çalıştım neredeyse ve erken döndüm Kayseri’ye. Binanın en alt katıydı tiyatro bölümü. Küçük bir tatbikat sahnesi, iki aynalı salon, dekor ve kostüm odaları, tamirat atölyesi bir de sazhane. Yavaş yavaş eski öğrenciler toplanmaya başladı. Sabah alel acele bir kahvaltı ile gece yarısı içilen bir çorba arasında aralıksız her yer yeniden planlanıp yerleştiriliyordu. Gece yarısına kadar evde ben, yıldırım Kenan çetin yani bir grup adam Özdemir Nutkunun kitabından ders projeleri planlıyoruz sabah bunlar birer kitap parçası olarak çoğaltılıyordu. Arkadaki rejisör odasında uzun süren gürültülü kavgaların yaşandığı teorik tartışmalar oluyordu. Anlamıştık ki tiyatro özgürlük istiyor. Tarz biçim şekil bunların hiçbir anlamı yok asıl önemli olan neyi nasıl anlattığınız. Bu özgürlük öğrencilerin sosyal özelliklerinde yansıyor, okuyan yazan düşünen bir aura oluşuyordu.
Bir önceki sene oyun için gelmişti en son Dinçer Sümer. Sonra sadece aylarca yazıştık. İşi nedeniyle Ankara’ya giden herkes uğrardı para biriktirip aldığımız hediyeleri götürdü. Bize yazdığı birkaç mektupta bize çok özendiğini biz çok sevdiğin gurur duyduğunu yazmıştı. Bu öyle güçlendirmişti ki bizi anlatamam. Konservatuvar binası biter bitmez haber gönderdik. “Çok heyecanlıyım, mutlaka gelip göreceğim sizinle gurur duyuyorum” diye haber göndermiş. Konservatuvar müdürü “açılışta davetiye gönderelim hocam” dedi. İyi fikir dedik ve davetiye gönderdik. Açılış çok heybetliydi. Belediye başkanı büyük bir gurur ile açtı binayı ve misafirlere gezdirdi. Dinçer Sümer gelmedi açılışa.Birkaç hafta sonra Dinçer bey bize ulaştı trenle geliyordu yine. Tren gece yarısı geldi gara yorgundu. Otele yerleşti Dinçer bey. “Arkadaşlar yarın akşamüstü alın beni gidelim konservatuvara” dedi. “Abi daha erken bekliyoruz” dedim. “Canım işlerim var yahu akşamüstü görüşürüz” dedi. O gece ve gündüz geçmek bilmedi. Akşamüstü gittik aldık otelden.
Tüm öğrenciler ve oyuncular dersanede bekliyordu bizi. Kitaplar okunmuş, oyunlar ile ilgili çalışmalar yapılmış, tiyatro teoriği için bir sürü çalışma yapılmıştı. Çay demlenmiş, Kayseri ketesi alınmış bekliyordu. Salondan içeriye girdik alkışlarla karşıladılar bizi. Birer çay ikram ettiler içtik. “Önce bir gezelim” dedi Dinçer bey. Her yeri dip bucak gezdik. Aldığımız yeni spotları, kondüvit mikserini ve makyaj setlerini gösterdik gururla. Odaları çalışma salonlarını dersaneleri gezdirdik. Bir ara Dinçer sümerin yüzüne baktım darmadağandı ve kinliydi ama saklamaya çalışıyordu.
Dersaneye döndük. Ayaktaydı. Bir iki kez öksürdü. “Çocuklar” dedi. “ siz tiyatroyu çok hafife alıyorsunuz galiba. Unutmayın tiyatro bir bilim. Okulu var eğitimi var akademisi var. Güzel binalar, her türlü teknik donanım. Konservatuvar kurmuşsunuz. Hocalarınızdan birisi tıp öğrencisi diğeri iktisat. İçinizde bir tane güzel sanatlar mezunu yok. Tiyatronun akademik eğitimini almış kimse yok. Unutmayın burası kanarya sevenler cemiyeti değil. Bence tez zamanda akademik adamlar ile değiştirin her şeyi. Ben yardımcı olurum. Koray’ı çok sevdim Yıldırım’ı da ama sevmek yetmez bu işlerde bilmekte lazım”
İçimdeki kanın çekildiğini hissettim. Sesleri duyamaz olmuştum. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Dersanede tam bir sessizlik. Ayağa kalktım. “Abi haklısınız” dedim “ama siz buralara gelmediğiniz, yetiştirdiğiniz öğrenciler bu şehirde yaşamak istemedikleri için bize kaldı bu işler. Ayrıca bize göre tiyatro belkide tüm sanatlar yetenek ve yürek işi bilim sonraki bir şey. İstanbul’un sahnelerinde onlarca alaylı tiyatrocu var.”
Gülümsedi “peki” dedi “bana müsaade bir proğramım daha var burada kısır bir tartışma ile harcanacak zamanım da yok hoşçakalın kolay gelsin” Hızlı adımlarla çıktı merdivenlerden kapıda döndü. Ellerimizi sıktı. Şık bir arabaya bindi, hızla uzaklaştı.
Dersaneye döndüm. Hepimiz birbirine baktı. Konuşacak bir şey kalmamıştı. Eşyalarımızı topladık boşalttık dersaneyi. Uzun bir yol yürüdüm soğuktu hava. Tiyatronun önünde durdum. Gişede ışık vardı. Bekçi İsmail çay içiyordu. Cama vurdum aldı beni içeri. Yüzümden anladı. “Hocam sahneyemi” dedi. “Yok İsmail abi”dedim. “Bugün sahneye küskünüm.” Anlattım olanları, dinledi. “Hocam boşver” dedi. “Adamın meşhuru büyüğü olmaz adamın yüreklisi olur.” Şimdi bu yaşımda anlıyorum ki bekçi İsmail doğru söylemiş. Eski foğraflardaki son tirad gibi ya da maviydi bisikletimden hayaller gibi doğru tektir ama söyleyenin doğru olduğunu göstermez.
Yorumlar
Kalan Karakter: