“Ölebilirim genç yaşımda. En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim.”
Bir sonbahar günü ilk kez gelmiştim Kayseri’ye, koca bir sene geçirmiştim. Şimdi tekrar bir sabah Kayseri’deydim. Uzun süren yolculuğun yorgunluğu otobüste tutulan eklemlerim, elimde bavulum. Bu sefer yalnızlık duygusu daha azdı. Bir evim vardı sığınılacak, arkadaşlarım vardı sohbet edilecek. Otogarın önünde emekli amcaların çalıştırdığı taksilerden birine bindim. Sivas Caddesindeydi evim. Kısa süre sonra evdeydim. İçimde bir heyecan kapıyı açtım içeri girdim biraz küf biraz yalnızlık kokusu vurdu suratıma. Ayakkabılarımı çıkardım odama girdim. Uzun süredir yalnızlık her yerde toz olmuştu. Apar topar soyundum. Odadan başlayarak temizlik yapmaya başladım. Önce eski usul bir süpürge ile süpürdüm her yeri. Sonra sildim. Camlar temizlenmezdi o yıllarda belki de utanır cama çıkamazdık, ama çok kirliydi aldım bir kova camları sildim. Meraklı kadınlar eğilip camlardan gülüştü dedikodumu yaptılar önemsemedim.
Masamın üzerindeki kitaplar, küçük kağıtlara yazılmış özetler İngilizce sözlüğüm, uçları kurumuş kalemler ve kalem kutusunda sıkışıp kalmış rengarenk keçeli kalemlerim, haylaz bir çocuğun masası gibi bir dağınıklık. Sanki aylar önce aniden bırakılıp gitmiş gibi. Süpermarketlerde bulunan metal rafların aynısından alıp kitaplık yaptığımız rafların üzerinde içi boşalmış sigara kutuları, açılan kurşun kalemlerin çapakları, silgi artıklarıüzeri toz olmuş kitaplar sınav soru kağıtları. Anladım ki artık burada da bir geçmiş vardı beni tutan. Mutfak felaketti. Bulaşıklar yıkandı her taraf silindi temizlendi. Akşamın olduğunun farkına varmamışım. Odama oturdum bir sigara yaktım. Biraz hayal kurdum sonra kapı çaldı. Ev arkadaşlarım birer birer gelmeye başlamıştı.
Neredeyse iki saat içinde herkes toplanmıştı. Ev caddenin ortalarında bir yerdeydi. Herkes acıkmıştı. Dışarı çıktık. O yıllarda akşam olunca koyu bir sis çökerdi şehre. Duman ve is kokusu genzi yakardı. Sokaklarda işlerinden geç çıkan ayaklarında mes lastikli orta yaş sanayii ustaları, eve girmeden önce son sigaralarını alelacele içen çıraklar, birde öğrenciler olurdu o yıllarda. Sokaklarda zayıf sokak lambaları, ara ara artan köpek havlamaları, tek tük geçen aceleci akşamcı otomobillerinin sesi, artık yolcu almayıp eve giden dolmuşlar. Eski bir şehrin kendi kabuğuna çekilen gecesiydi bu sokaklar. O eski şehirde iki büyük cadde de dahil soğuk, gizli, utangaç bir kasabanın ruhu vardı. Tek tük kalan akşam lokantalarından birine girdik. Garsonlar bu son misafirlerden memnun olmazlardı. Düşük suratlar ile yemeklerimizi getirdiler. Ekmekler çorbalar ile katık oldu. Ne varsa o yendi, ardından bir soğuk çay geldi masamıza. Ellerimize sıkılan kolonya ile yolcu edildik.
O yıllarda cadde üzerinde en önemli pastane Lalezardı. Büyük beyaz masaları üzerinde çiçekli masa örtüleri, üzerine kesilmiş camlar ve köşelerde yapma çiçekler ile yapılmış demetler. Bir çay içmek için girdik. Masaların çoğu doluydu. Belli ki okullarına dönen herkes burada buluşmuştu. Bu şehrin misafiri ama bu şehre alıştığı belli olan gruplar vardı. Kayserili gençler bu grupların içindeydi, özlenen bir koyu sohbet, içilen çaylar, uzun uzun gülüşler. Bir kenara iliştik. Bu uğultulu sohbetleri hepimiz kıskanmıştık. Bu dostluklar için zaman gerekiyordu demek. “Elbet bizde bir gün” dedi Adil. “Oğlum daha yeni başladık bu sene daha birinci sınıf baksana adamlar kim bilir kaç senedir okuyor” dedi İsmail. Dışarıyı seyrettim biraz, gülüşmelere takıldı gözlerim. Daha iğreti bir misafirlikti bizimki ama olsun buradaydık vazgeçmemiştik. Galiba hepimizi bir hüzün kaplamıştı. “Kalkalım” dedi birisi hesabı ödedik kalktık. Gece derinleşmiş sokaklar boşalmıştı. Eve doğru yürümeye başladık.
Tam evin önüne gelmiştik. Bir genç evin kapısı önündeydi. Sakalları uzamış kirli ve pis kokuyordu. Üzerinde lekeli bir pantolon, rengi değişmiş, yakaları çürümüş gömlek ve kazak vardı. Huzursuzdu uyumaya çalışıyordu. Kenarından geçerken aniden ayağa kalktı. Korktuk hepimiz geriye doğru çekildik. Bana doğru eğildi gözleri büyümüştü mırıldanmaya başladı arttı sesi sonra bağıra bağıra bir şiiri söylemeye başladı. “Ölebilirim genç yaşımda…” Cebinden bir mendil çıkardı. Burnunu sildi selam verdi. Şiirin son cümlesini söylerken epeyce uzaklaşmıştı yanımızdan. “Sevgilim seni bir akşam üstü düşündürebilirim” dedi, Karanlıkta kayboldu.
Ben o gözleri unutmamışım meğer. Yıllar sonra Psikiyatri stajı yaparken genç bir hasta gördüm. ODTÜ öğrencisi iken şizofreni tanısı almış. Ara ara yatarmış. Psikiyatri vizitleri bir odada sohbet edilirken yapılırdı. O vizitlerden birinde göz göze geldik. Ateş’ti adı. O gece gördüğü rüyayı anlatmıştı o gün. Samanyolunu, galaksiler arası yolculuğu, samanyolu yıldızlarına bastığı için ayağının kanadığını anlatmıştı. Gözlerinde gerçekti ama beyninde yanlış olduğunun farkındaydı. Ara ara hüzünleniyor ara ara gülüyordu. Görüşme bitti. Dışarı çıkardılar. Vizit bitince dışarı çıktık. Ateş bana bakıyordu. Yanıma yaklaştı. “Ölebilirim genç yaşımda” dedi. Göz kırptı. “Özdemir Asaf” dedim. Döndü “ölebilirim olur mu ya hocam öleceksin demeden”dedi, Ayrıldı yanımdan. Sarsılmıştım. Yanımda Gökhan vardı. Arkasından baktık sustuk.
Ateş’i ara ara görürdüm hastanede. Bizler Kayseri’ye alıştık. Lalezar pastanesinde kenara ilişip bizi izleyen ve yüzleri düşen yeni misafirler oldu. Ateş’in “öleceksin ya hocam” demesinden birkaç yıl sonra Gökhan ölebilirim demeden ölmeyi tercih etti. Stajyer olarak girdiği psikiyatri kliniğinden hasta olarak taburcu olduktan kısa bir süre sonra intihar etti. Belki Gökhan ölebilirim dedi de biz duymadık. Zor yıllardı o yıllar hastalıklar, hüzünler, yalnızlıklar aramızdan erken ayrılanlar oldu. Hayat sürdü.
Dr.Koray TOPÇU
Yorumlar
Kalan Karakter: