Otobüse biner binmez bir heyecan dolmuştu içimizde. Kısa bir konuşma yaptı konservatuvar müdürü. Paramızın kısıtlı olduğunu, bir ili temsil ettiğimizi filan söyledi. Herkes istemeden başını salladı. Aslında Şirvan ile benim aklımda başka şeyler vardı. Otobüsün orta sahanlığında yerleştirilen dekorlar ve kostüm çantaları malzeme kutuları, arka tarafta uzun koltuklarda bir yatak yapmıştık sıra ile uyunsun diye. Orada toplandık. “Hepimiz Kayseri’den geldik. Şiveli konuşacağımızı düşünüyorlar. Bence onları yanıltmayalım ve oyun anına kadar kayserili gibi konuşalım. Ne dersiniz?” Dedi Şirvan. Herkes kabul etti. “Galiba sahneye çıkmadan önce asıl şenliği yaşayacağız” dedim. Gülüştük.
Sabah çok erken yola çıkmıştık. Anadolu bozkırında çiğ düşmüş ağaçlar geçtik, sabah mahmurluğunu ile sobaların küllerini boşaltan şalvarlı kadınlar gördük. Köy kahvelerinde sıcağı yüzleri yalayan soba kenarlarında oturan namazını kılmış sakallı amcalar, çeşme kenarındaki yalaklarda nefeslenen sürüler, ellerinde üzerine tereyağı sürülmüş ekmekler ile koşturan çocuklar gördük. Bacalardan yeni yanmış sobaların dumanı çıkıyor, pencerelerden geçen gecenin buğulu hayalleri, cam kenarlarına sığınmış yüzü buruşuk ninelerin hüzünleri yansıyordu arabamızın camlarına.
Keskin’de bir restaurantta durduk. Sabah saatleri. Garsonlarda nöbet değişikliği. Ahçılarda hararetli bir koşturmaca. Ocaklar üzerinde daha pişmesi bitmemiş yemekler. Çıraklar sebze soyuyor, ustalar etlere şekil veriyor. En deneyimli usta boynuna astığı havluya yüzünü silip pişirilen yemekleri karıştırıyor, kısa cümleler ile emirler veriyor. Masalara oturduk. Müdür bey “Koray bey paramızı dikkatli harcayalım çok abartmayalım” dedi. “Hocam çorba ve çay neyini abartabiliriz” dedim. Hepimizin önüne kenarlarına birer limon konulmuş buharı tüten çorbalar geldi. Alüminyum kapaklar ile kapatılmış su şişeleri, ekmekler kurumasın diye torbalar içinde. Güle oynaya içilen çorbalar üstüne içilen taze çaylar.
Öğle saatlerinde Ankara’ya ulaşmıştık. Kirli bir şehirin bulvarlarını geçtik. Dumanlı soğuk, kirli bir şehir. Çamurlu yer yer karlı sokaklarda sakin adımlar ile hep aynı yöne yürüyorlarmış hissi veren insan kalabalıkları. Soluk, hüzünlü, kuralları olan bir şehir. Otobüslerinde tebessümü unutmuş insan yüzleri. Caddeleri geçtik, şehri terkettik. Kısa süre sonra mekanlar değişmeye başladı. Anadolu bozkırının yerini daha yeşil daha renkli çimenlikler uzun ağaçlar tepeleri karlı dağlar almaya başladı. Bolu, o yemyeşil ormanlar, zorlanarak çıkılan rampalar, yol kenarlarında geceden kalan kar yığınları. Rengarenk restaurant kapıları. Birisinde durduk çam kokusu bolca et tütsüsü kokuyordu.
Yemek sonrası uzun bir yolculuk daha yaptık akşam olmak üzereydi. Yorgunduk uyumuşuz. Bir belediye binası önünde park edince otobüsümüz uyandık. Aslında Kayserili olup İstanbul’da belediye başkanı olmuş bir hemşerimiz bizi konuk edecekti. Müdür bey indi. Biraz sonra yanında bir zabıta ile geldi. Konaklayacağımız otele doğru yola çıktık. O yıllarda İstanbul’da tahsisli yol diye bir uygulama vardı. Belediye otobüsleri bu yolu kullanırdı. Bu yolu kullanıp otele doğru yola çıktık. İstanbul gürültülüydü. Sokaklarda insan kalabalıkları ama rengarenkti şehir. Ankara ile galiba tek farkı gülümseyen insanlardı. Satıcıların çığlıkları, sokaklarda lüks ışıkları ile aydınlanan işportacıların bağıra çağıra yaptıkları satışlar.
Otobüs bizi boğazın kıyısından götürdü uzun süre. Vapur iskeleleri gördük. Aceleci insanlar yetişmeye çalışıyordu vapurlara. İskelelerin tepelerindeki ışıklar martıların yaramaz karmaşasını açık ediyordu. O martıların çığlıkları ile balıkçıların gürültüleri Boğaz’ın sinirli sularında birbirine karışıyordu. İstanbul yeni bir geceye hazırlanıyordu. Boğaz’ın lacivert suları, rüzgarları taşıyan yağmurlu ve nemli gece havasına çarpıyordu. Işıl ışıldı İstanbul, Boğaz’ı geçen motorlar, vapurlar gürültülü sirenleri ile birbirlerini selamlıyor, aceleci manevralar ile kıyıya yanaşan teknelerden insanlar bu şehrin içlerinde kayboluyordu. Bizde kaybolduk. Kocaman bir otelin önünde durduk. Otobüsten inmeden önce bağırarak aynı şeyi söyledik Şirvan ile beraber. “Unutmayın arkadaşlar biz Kayseri’den geldik.” Eşyalarımızı aldık. Lobide kırmızı kravatları, beyaz gömlekleri ile komiler bizi bekliyordu. Eşyalarımızı aldılar elimizden odalarımıza taşıdılar. Sokaktaki gürültü azalmıştı. İstanbul geceye hazırlanıyordu. Boğaz’da teknelerden inenler bu kadim şehrin içinde kayboluyordu. Hayallerimizi koymuş bir belediye otobüsüne, İstanbul’a gelmiştik. Şehrin martılara benzeyen çığlıkları şamatasına devam ediyordu. Bizde bu şehirde kayboluyorduk.
Dr.Koray TOPÇU
Yorumlar
Kalan Karakter: