Tarih onbeşinci asır. Tarihin belkide en önemli asırı. İki şehir, iki başka dünya. İçinden nehir geçen iki şehir. Amasya’nın iris’i yani yeşilırmak, floransa’nın arno nehiri. İki nehir salına salına şehirlerin ortasından akar. Fırtınalı zamanlar, delice yağmurları saymazsan huzur taşırlar kenarlarına. Bu iki şehirde işte bu asırda, doğanlar ve ölenler aslında dünyanın seyrini değiştirdiler.
Amasya’nın önlerinde serin avluları, o avlularında ceviz ağaçlarının gölgesi, kenarda bir kuyu, kuyunun yanında bir sedir bulunan ahşap kagir konakları. Dışarıda taze ahşap kokusu, dadılar, harem oğlanlarının heyecanlı koşturmacası. Mutfakta hummalı bir hazırlık. Büyük ocaklarda kaynatılan lohusa şerbetleri. Pişirilen Osmanlı yemekleri, ebe kadınların davudi sesine karışan bir bebek çığlığı. Şehzadenin tebessüm ile karşıladığı sıradan bir huzurdu o yıllarda iris’in kenarındaki bu heyecan. Şehzadeler şehri Amasya. Onbeşinci asır. İstanbul fethedilmiş. Fatih’in bindiği beyaz atın ve Osmanlı’nın heybetinin dünyada kulaktan kuşağa yayıldığı yıllar. Yeşilırmak nazlı akarken Amasya Osmanlı’ya hükümdar olacak şehzadelerin yaşadığı bir şehir olmuştu.
İkinci Bayezit Fatih Han İstanbul’u fethetmeden üç sene önce doğmuştu. Hükümdar olana kadar büyüdü, serpildi, öğrendi ve Amasyayı yönetti. Etrafında koşturan harem topluluğu, öğreten, öğretirken saygıda kusur etmeyen lalalar, ansızın yolda at üzerinde giderken karşılaşılan ve aniden sevilen renkli gözlü lepiska saçlı kızlar, ekşi meyve kokulu konaklar, konakları koruyan askerin, ulemanın gürültülü hainliği ile geçen yıllar. Bayezit işte bu nehirin kenarında yıkanılan yılların sonunda bu asırın son çeyreğinde Fatih ölünce hükümdar oldu ve onun yerine geçti.
Floransanın nehir üzerindeki küçük dükkanlarında her zamanki huzur. Dar, kullanmaktan yorulmuş eskimiş taşlı, kambur köprünün üzerinden çobanlar sürülerini geçiriyor. Şövalyeler ağır kılıçları ile bindikleri atların dizginlerinden tutup önlerinden geçen hanımefendilere selam veriyor. Kilisenin çanlarından başka sadece sürü ve at nalı sesi. Birbiri içine girmiş şose taşlı dar sokaklarda kilisenin cizvitleri dileniyor. Çingene kızlar genç oğlanları süzüyor. At meydanında küçük lokantalarda biraz şarap biraz et bol kahkaha. Küçük bir şehir işte; ortasından bir nehir akıyor. Zanaatkarlar, at seyisleri , han fedaileri, hayat kadınları. Akşam olunca tek tük kandil ve mum ışıkları. Gece kararınca nehirin artan sesi rüzgarın asırlık çınarların dallarında oluşturduğu şamataya katılıyor. Dükkanlar kapanmış, köprü üzerinde zayıf, bitli ve yorgun sokak köpekleri. Bir şehir uyuyor uyumayan sadece filozofların hayalleri.
İstanbul’un fethinden bir yıl önce. Bir gece karanlık dar sokaklarda gürültülü koşturmaca. Bir evin kuytu bir köşesinde bir yatakta bir kadın çığlığı. At arabasından hızlı adımlar ile inen şişman, fötr şapkalı bir adam elinde bir deri çanta. Belli ki doktor. Hızlı hızlı kapanan kapılar. Derin bir sessizlik ardından bir bebeğin çılgın ağlama sesi. Kadın kanlı bir beze sarıyor bebeği. Dışarıda bekleyen bir adam ellerinde is karası, esnaf ceketi yer yer yırtık, dudaklarında şarap ekşiliği. Kadın kucağına veriyor adamın. Bebek susuyor. Adam “ hoş geldin Leonardo” diyor. Leonardo da vinci floransa’da dünyaya geliyor.
Amasya’nın demircileri demir dövüyor. Seyisler nalbantların önünde bağırarak şakalar yapıyor. Tavında demire inen çekiç örse alev yayıyor ışılıyor dükkan. İpek yolundan, Cenevizlilerden, Venedik tacirlerinden gelen rengarenk kumaşlar, ipek, hurma, baharat dükkanlarda içilen yemen kahvesi. Örtülü kadınlar gözlerini kısarak kumaş seçiyor. Rençberler inşaat ustaları misafirler sokaklarda dolaşan şerbetçiler, sokaklarda akan bir hayat. Yeşilırmak tüm olanlara tanıklık ediyor. Yeniçeriler, uzun yolculuk kafileleri, kervanlar derenin kenarında susuzluklarını gideriyor. Karanlık basınca hanlarda ocaklarda taze kavurma kokusu, baharat, ekşimiş ekmek tadı. Yorgunluğunu dinlendiren misafirler, ahırlarda at kişnemeleri.
Bu meşhur onbeşinci asrın sonuna doğru Osmanlı’nın Kanunisi dünyaya geliyor. İstanbul’da sarayda günler süren heyecan ve onuruna verilen hediyeler. O Kanuni ki Osmanlı’nın asırlardan aykırı hükümdarı. Amasya’ya gelecek yaşa gelip sokaklarda gezmeden evvel Amasya sokaklarında doğum müjdesi ve hükümdarın sokaklarda dağıttığı şerbetler. Yıllar sonra bütün heybeti ile Osmanlı Avrupa topraklarına doğru ilerlerken doru bir atta Kanuni dünyanın en büyük imparatorluğun hükümdarı oluyordu.
Ilık sonbahar günlerinde Arno nehrinin salınarak aktığı Floransa’da filozoflar düşünmeye ve üretmeye, zanaatkarlar hava kararana kadar sohbet etmeye, şövalyeler güzel kadınları süzmeye devam ediyor. İçinde bulunulan yüzyılın sonlarında medici ailesi makyavellinin yazdığı floransa tarihini okuyor. Makyavelli keşke sadece tarih yazmasa. Aşkı yazsa, sevdaya dair yazsa, sokaklarda heyecan ile şövalyesini bekleyen koca göğüslü kadını, uzaktan büyük bir aşk ile leonardo’yu seven bu aşk yüzünden kendini nehirin soğuk sularına bırakan çingene kadını yazsa. Bu aşkların ve çağının en özgür topraklarının nehir kenarında zaman akarken uzaklarda bir yerlerde bir Alman bir çiftlik evinde dünyaya geliyordu aynı zamanlarda. Floransanın bereketli topraklarından doğan rönesansın çalkantılı ölüm dolu yıllarına. İşte o Alman köyünde doğan Marthin Luther King bu ölüm yıllarının başrolünü oynuyordu.
İçinden nehir akan iki şehir işte. Tarihin en önemli yüzyılına şahit iki şehir. Bir imparatorluğun mutfağı.
Büyümenin, dünyaya hükmetmenin, cesaretin ve bir ulvi görevi sırtlayıp tarihe yapıştıran Osmanlı hükümdarlığının şehri. Diğeri işte tam da o yıllarda köhnemiş, çağı kapatmış inanışların, yaşam biçimlerinin karanlığında yok olup gitmek yerine kan ve ölüme rağmen filozofların zanaatkarların sanatçıların yaşadığı rönesansı doğuran şehri. İki şehir ve tarihin iki zamanı. O zamanın içinde aralıksız sakin akan iki nehir. Biraz hüzün, sadakat, sakinlik, ihanet, düşünmek, üretmek, hükmetmek. İşte tıpkı bir insan gibi doğan, büyüyen, yaşlanan bir tarihin arka bahçesinde kalan iki şehir. Tarih bazen sadece iki şehirdir. Belkide sadece içinden geçen nehir.
Yorumlar
Kalan Karakter: