Köyümüz eski bir Ermeni yerleşkesidir. Ermenice de Hunzur elma demektir. Köyümüzde yaban elması oldukça çoktur. Bundan dolayı eski adı Hınzırıdır. Cumhuriyetle Yeniköy adını almıştır. Ayrıca bölge Dulkadır Türkmenlerinin hakim olduğu bölgededir. Ağırlıklı olarak Avşar, Bayat, Beğdil Türkmenlerinden oluşmaktadır
Yıllar sonra doğup büyüdüğümüz köyde gezmek ne garip bir duygu!
Küçükken en büyük hayalim, çift ağızlı bir Sivas bıçağına sahip olmaktı. Tabi ki Kangal bir köpeğe ve meşe değneğede. Kamaya sahip olmak hayallerimizi aşan şeydi. Ama kışın bir topaç sahibi olmak çok ayrılıkçı bir durumdu. Bir de kınalı olursa sorma keyfimizi.
Kurban bayramlarında eğer küçük baş hayvan kesilirse başını beklerdik. Hatta kurban yüzülürken ayağını tutardık. Arka bacaklarındaki diz kemiğinden çıkan aşşıkları almak için adeta kardeşlerimizle yarışırdık. Aşık alınınca biriktirirdik. Annem genelde kışları kilim dokurdu. İplerini de büyük kazanlarda kaynatarak kök boyalarıyla boyardı. Aşşıkları bu kazanın içine atar farklı renklere boyardık. İçlerinden büyük olanların iç kısmını hafif oyar, bizle kenarlarını delerdik. Oyduğumuz yere kurşun döker, aşşığı ağırlaştırırdık. Kurşun dökülen aşşığa şaka ismini verirdik. Ya da enek diyenlerde olurdu.
Çelikçomak, Arakesti, Birdirbir ve seksek oyunları bizim en ideal vakit geçirme aracımızdı. Akşamları da yaz gecelerinde saklambaç oynardık. Köye dört yeğenim bir oğlumla beraber gittik. Bizim oynadığımız oyunlardan haberleri bile yoktu. Bir bıçak sahibi olma, meşe değneği, Kangal bir köpeğe ilgi hiç ama hiç yoktu. Yaşlarına göre oyun araçları, squtur, cep telefonları, en küçüğün plastik kamyon ve traktör oyuncakları vardı.
Hep onlarla oynuyorlardı. Göz açınca gördüğüm, dağlarına, bağlarına, taşlarına gönül verip sevdiğim yerleri yeni neslimize götürüp göstermek istedim. Traktörün römorkuna çocukları doldurup beraber başladık gezmeye.
İlk Kilisenin ardına gittik. Bizim orada bir tarlamız var. Yonca ekili. Çocuklara burası bizim tarlamız yonca ekili dedim. Hiç tepki vermediler. Devam ettik. Çayır tarlaya gelmiştik. Muhteşem duruyordu. Burası bizim diye çocuklara gösterdim. Arpa etkiliydi, biçerle hasat edildi dedim. Hiç bir şey sormadılar. Hatta yeteri kadar baktıklarını da sanmıyorum. İlerledik. Germirli’nin bağına vardık. Bir zamanlar cennet nere benzer deseler orayı gösterirdim. Ama şimdi oldukça bakımsızdı. Eskiden buralara gelmek bana çok uzak gelirdi. Oysa üç km bile değilmiş. Dolangel tırmanış yolunun dibine geldiğimizde Osman’ın bağı dedikleri yerdeydik. Orası da virane gibiydi. Oysa orası da çok bakımlıydı. 200 m den yüksek olan uzun yayla yoluna tırmanmaya başladık. Dolana dolana çıktığı için atalarımız Dolangel demişlerdi. İtyolunun başına kadar tırmandık. Orası tam bir seyir tepe alanıydı. Köyü ve Çıtkanayı en iyi oradan görürsün. Fotoğraf çekerdik. Tepeye vardığımızda Yeniköy kanyonu bitmişti. Artık önümüz Aladağlara kadar uzanan uçsuz bucaksız uzun yayla platosu duruyordu. Suyu havası toprağı sertti. Hele esen rüzgarı yok mu?
Hayriye yolu üzerinden devam ettim. Oradan Tepearkaç mevkine kadar gittik. Orada da bizim tarlamız vardı. İçinde durdum. Tarlayı tarif ettim. Ama çocuklardan yine ilgilenen yoktu. Tarlanın alt kısmında alıç çalısını gördüm. Tarlayı babam tırpanla biçerken benim cingille getirdiğim cacık, bulgur pilavı ve yufkadan oluşan azık geldi aklıma. Tarlanın eski hali. Pınarın bulunduğu yer. Neyseki su çağlayıp akıyor. İnşallah bir çeşme yaptıracağız. Çocukken pınara uzanır içerdik. Şimdi elimizde pet şişeler vardı. Suyumuzu içtik. Orada akşama kadar kapabilirdim. Ama çocuklar sıkıldı oradan da ayrılıp, özü takip ederek Kartalpınarına geldik. Dağ armudunun gölgesinde bir koyun sürüsü yatıyordu. Karşı tarafta da köyün sığırı otlanıyordu.
Kartalpınarının üstüne Osman ve Döndü Soytürk namına hayrat olarak bir kameraya yaptırılmış. Güzel de bir masa konulmuş. Yaptıranlardan Allah razı olsun. Oturduk suyumuzu içtik. Evden getirdiğimiz karpuzu kesip yedik. Harika bir hazdı. Yine çocuklar sıkılmıştı. Oradan da yola revan olduk. Şarkışla- Pınarbaşı karayoluna düşüp Malak köyüne doğru ilerledik. Pancar tarlaları vardı. Bozkırda yeşillik görmek, serap gibi bir şeydi. Sonra güneye doğru dönüp Sincenlik koyağının tepesine ulaştık. Burası da tam bir seyir tepesiydi. Tilkideliği, Karasay, Kayınderesi, kazanderesi, Acı, Elmalı, Bahçalık, Döşeme ve Çıtkana harika görünüyordu. Beraberce foto çekildik. Çocuklar bu manzaradan etkilenmişlerdi. Bir de tepeden aşağı taş atmak hoşlarına gitmişti.
Orada da fazla kalmadık. Yola revan olup, Dolangel’in ağkaya tarafından inmeye başladık. Yolda bir armut gördüm. Harika duruyordu. Ondan bir kaçtan alıp yedik. Çocuklar armutu bilmiyorlardı. “Bu erik” dediler de başka bir şey demediler. Dolangelin altına inince sağa giden patika yoldan Güzyurduna doğru yöneldik. Dolangelin altındaki tarlamızı da gösterdim çocuklarda tık yoktu. Keçideresi mevkine geldiğimizde bizim tarlanın içinden geçtik. Çocuklara, “burası da bizim tarlamız” dedim ama tık yoktu. Keçideresini geçip Güzyurduna yönelince karamuk çalısında durduk. Çocuklara karamuk yedirmek istiyorduk. Çalının etrafına toplanıp, meyveyi dalından kopararak yeme zevkini çocuklarla idrak etmeye başladık. Çocuklar karamuk yeme işinden hoşlanmışlardı.
Güzyurduna doğru yola revan olduk. Burası başka bir şeydi. Gögen (Ömer) dedemizden kalma bir yer. Ömer dedemizin gözü mavi olduğu için göğ anlamında Gögen lakabı verilmiş. Güzyurdunda Gögen dedemizin bizzat kendi eliyle diktiği ikiyüz yıllık söğütün yanına gidiyorduk. Beş söğüt vardı. Bunlardan üçü Gögen dedemizden kalmaydı. İkisini babam emmilerimle dikmişlerdi. Tarla bölümünde Güzyurdu Derviş amcalara düşmüştü.
Patika yoldan giderken Derviş ve Bağdat Yellikaya namına yapılmış bir çeşme hayratını gördük. Gayet güzel bir hayırdı. Kuş, kurt, yazlı, kışlı su içebileceği bir çeşmeye sahip olmaları harika bir şeydi. Söğütlere yaklaşırken ta ikiyüz yıl önceye gidiyordum. Kışın köyde kalan dedelerimiz baharla buraya gelir, çadırlarını kurarlarmış. Çünkü burada tarlalar bitiyor. Buradan sonraki arazi dağlık ve meradır. Köy ortamalı olarak tapuludur. Mayıs sonunda Çıtkana dediğimiz yere geçerlermiş. Çıtkanada herkesin bir çardağı varmış.
İnsan bu ağaçları görünce, kağnıya konulmuş yükü düşünüyor. Öküzler koşulmuş, çoluk çocuk köyden buraya göç ediyorlar. Buradan Çitkanaya. Eylüle kadar Çıtkana’da kalan aileler, tekrardan Güzyurduna gelip çadıra yerleşiyorlar. Burada 10 kasıma kadar kalıyorlar. Yağı peyniri, tarhanası, kurutulmuş eti ne varsa tedarik ediliyor. Kış hazırlığı Güzyurdu’nda yapılıyordu. On Kasım’da koyun sürüsüne koçu katıp köye dönüşe geçilirmiş. Söğütlerin altında bu olayı çocuklara kısaca anlattım.
Eve dönüş başlamıştı. Dönüşü Yeniköy kanyonunun ana deresinden yaptık. Su kalmamıştı. Dere kupkuruydu. Herkes yeraltı suyuyla bağ bahçelerini suluyorlardı.
Çocuklar bu geziyi safari olarak tanımladılar. Köyü, kasabası olan herkese önerim mutlaka yılda bir kere de olsa farklı mevsimlerde memleketinize gidin. Gezin. Çayınızı için. Havasını koklayın. Çocuklarınıza sizin yaşadıklarınızı onlarla da paylaşın. Bu kesinlikle güzel bir şey.
Selamünaleyküm kardeşlerim esen kalın
Yorumlar
Kalan Karakter: