Allah bana Mustafa Fidan isimli bir arkadaş nasip etti. Şu an Erciyes Üniversitesine bağlı Yozgat Fen-Edebiyat Fakültesinde öğretim üyesi olan bu muhterem insan, Kayseri’nin nuru Şeyh İbrahim Tennuri hazretlerini tanımama vesile oldu. . O, hayatını İbrahim Tennuri hazretlerine ve eserlerine adamıştır.Ben, Tennuri Hazretlerinin adını duymuştum ama onun hakkında böyle bir tetkik okumamıştım.
Gelin şimdi sizi Fatih Sultan Mehmet dönemine 15. yüzyıla götüreyim. Sivas ilinin “Tennur” köyünde Sarrafzade Hüseyin Efendi’nin İbrahim adını verdiği evladı dünyaya gelmiştir. Kendisinin Tennuri mahlasını almasının bir sebebi köyünün adından dolayıdır. Bir başka sebep ise “Tennur yani tandır” kelimesi ile vücudunun sıcaklığının zaman zaman çok yükselmesi ya da kendisinin sıcaklığı arttığında aksine bir davranışla tandıra girdiğinin rivayet edilmesi ile ilgilidir.
İlk tahsilini Sivas’ta yaptıktan sonra zâhirî ilimleri zamanının en meşhur âlimlerinden Konya’da öğrenci okutan Mevlânâ Sarı Yakup’tan ilim öğrenmek üzere oraya gitti. Mevlânâ Sarı Yakup’un vefâtına kadar Konya’da ilim tahsil etti. Hocasının vefâtından sonra Kayseri’yi vatan tutarak Hunat Hâtun medresesine müderris oldu. Kendisi Sivas’ta doğmuş, Konya’da okumuş ve Kayseri’de müderris olarak çalışmıştır.
Kayseri’de kendi ismi ile tanınan bir mahalle kurulmuş ve kendisi de cami, çeşme gibi hayır müesseseleri yaptırmış olduğundan Kayserili olarak bilinir.
Kayseri’de Hunat Hâtun medresesinde birkaç yıl müderrislik yaptıktan sonra medresenin vakfiyesinde “Müderris ve cümle müstefidîn hanefiyyü’l-mezheb olalar” yani “ Müderris ve bütün çalışanları Hanefi Mezhebinden olmalıdır”ibaresini görünce kendisi Şâfi‘î mezhebinden olması nedeniyle müderrisliği bırakmak mecburiyetinde kalır. Kendisine:
-Efendim Hanefi olsanız da öğrenci yetiştirmeyi bırakmasanız? diyenlere
-Bir müderrislik için de mezhep değiştirilmez. demiştir.
Dâimâ Kurdân-ı Kerim okumak ve manâsını düşünmekle, vakit geçirmekte iken içini birden Allah sevgisinin nûru kaplar. Her ne zaman Kur’ân-ı Kerim okunsa veya güzel bir ses işitecek olsa içinde bir ateş peydâ olur. Mübârek bedeni tennûr (tandır) ateşine dönerdi. Yüreği şişer durmadan ağlardı. Bir şey çitlenir gibi içinden bir ses gelir bayılıp kendinden geçerdi.
İbrahim bir derde tutulduğunu anlar. Cisim hastalığının hekimleri olduğu gibi aşk, muhabbet ve gönül hastalığının da tabipleri bulunduğunu bildiğinden adını işittiği kâmil bir şeyhe yetişmek için Erdebil şehrine gitmeye niyet eder. Fakat bu arada "Şemseddin Begüm" diye bilinen Akşemseddin’in şöhreti her tarafa yayılmış olduğundan ona gitmeye karar verir. Merkebine binerek o vakit Beypazarı’nda irşat göreviyle meşgul olan Akşemseddine gitmek üzere yola çıkar. Beypazarı’na gittiği zaman da Akşemseddinin Göynüğe gittiğini öğrenir. Şeyh gelinceye kadar bekler.
Şeyh Efendi hem tıpda hem de tasavvufta şöhret kazanmış olduğundan gelir gelmez halk etrafına üşüşüp bedenle ilgili hastalıklarından şikayetle ilaçları sormaya başlarlar. Her birisi hastalığı ile ilgili ilaçlarını aldıktan sonra dağılır. Halkın arasına karışarak şeyhin elini öpen İbrâhim huzurunda oturmaya devam eder. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor. Şeyh:
“-Tuhaf şey!.. Her gelen beden hastalıklarından şikâyet eder, içlerinden bir tanesi “gönlüm hasta deyip aşk derdinin devâsını isteyen yok” diyerek bana doğru baktı.
-Senin hastalığın nedir? Diye sordu.
Ben de:
-Kayseride müderris idim. Gönlümde bir dert peydâ oldu. Onun için derman almağa geldim, dedim.
Şeyh:
-Ehlen ve sehlen! Hoş geldin, safâ geldin. Bize ne armağan getirdin dedi. Ben dünyevî armağan sanıp elimin boşluğundan çok utandım.
Keşif yoluyla bunu anlayan şeyh:
-Ey derviş biz sizden dünya armağanı istemeyiz. Sizin bize armağanınız sâdık rüyâ ve diğer hallerdir dedi. Ben de;
-Sultânım; gönlü, gözü kara bir kimseyim. Hiçbir şeyim de yoktur. cevabını verince,
-Öyle ise sen biraz kal. Emrini vererek halvet emretti.
-Halvette ilk gecede hayırlı ve feyizli dört yüz rüyâ gördüm. Sabah namazında sala verildiği zaman divit kalem alıp gördüğüm rüyâları bir, bir yazdım. Hemen hepsinin ayrıntılarını hatırımda buldum. Halbuki bende öyle bir unutkanlık vardı ki namaza dursam okuyacağım ayet aklıma gelmezdi. Anladım ki bu ezber ve huzur tamâmen şeyhin bereketidir.
Bundan sonra halvete yani gece ve gündüzlerimi ibadet ve günahlarıma nedâmetle geçirmeye devam ettim.
Şu zâtlar da halvette idi. Şeyh Hamza-i Şâmî, Abdurrahim-i Mısrî ve Şeyh Musluhuddin b. Attâr. Bunların hepsi de riyâzet emri almışlardı. Onlara nice riyâzâttan sonra hilâfet verildi. Ancak bana her gün kuşluk vakti bir çanak bulamaç, bir ekmek ve bir testi su verilirdi. Ben o bulamacı tamamen yerdim ve suyu da içerdim.
Bir gün hatırıma geldi, kendi kendime şöyle dedim:
-Senin bu yolun hayvâniyettir. Bununla sülûk mu olur.?
Şeyhin hizmetçisi yemek getirdiği zaman kabul etmedim. Alıp gitti. O gün çok perişan oldum. Yüreğim kazındı. Bir şey görüp yazmaya gücüm yetmedi. Hazreti şeyh mânâ yoluyla durumuma muttali olunca hâlimi hizmetçiden sormuş. Durumu öğrenince hizmetçiye kızmış. Ertesi gün hizmetçi onun ağzından beni azarladı şeyhten rivâyeten şöyle dedi:
-“Senin fodulluk nene lazım. Kendi kendine iş yapmak bu yola girenlerin, bu çeşit hareketleri nefsin iyi gösterdiği kötü şeylerdendir. Gönüllerin tabîbi olan mürşit ve mürebbi seni gözetmez mi? Senin meşrebin gereği budur. Onların ki onu gerektirir.” O gün bana iki ekmekle bir çanak bulamaç verdiler.
Nihayet seksenyedinci gece ki "Berâat gecesi” idi. Gönlüm bir sahan biberli yağlı pilavı tenha bir yerde yalnız başıma yemek arzu etti. Her ne kadar nefsin bu arzusunu unutmaya çalıştım ise de mümkün olmadı. O anda şeyhin hizmetçisi gelip beni çağırdığını söyledi. Şeyhin huzuruna gittiğim zaman beni yanına çağırdı. Elime de bir sahan dolusu pilav verdi.
“-Şemseddin burada yok kabul et ve hepsini iştahla ye.” diye emretti. Pilavdan hiç bir tane koymadan yedim. O gece halvetten çıkmama müsaade etti. Vakti gelince de hilâfet verdi.
Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halîfesi ve Fatih Sultan Mehmet’in hocası olan İstanbul’un ma‘nevî fâtihi Akşemseddin’den icâzet ve hilâfet alarak tekrar Kayseri’ye döndü. Halkı sözle irşâda başladı. Bazen kendinden geçip dünyayı unutur olduğunda çocuklarını dahi bilemez ve kimsiniz diye sorarmış.
Akşemseddin ile birlikte İstanbul’un fethinde bulundu.Yazmış olduğu Gülzâr-ı Ma‘nevî‘sini Fatih Sultan Mehmet’e takdim ederek Fâtih’in hürmet ve taltifine mazhar oldu.
Hatta Fatih Sultan Mehmet’in Şeyh İbrâhim’i vergi ve diğer devlet tekliflerinden muaf tuttuğunu Mevlevi Ahmet Dede "Bergüzâr" isimli eserinde beyan etmiştir.
Şeyh İbrâhim h.887 (m.1482) yılı güz mevsiminde bir perşembe gecesi Kayseri ‘de vefat etti. Mezarı (Emir Sultan) Cumhuriyet Mahallesinde kendisi tarafından yaptırılan Şeyh Camii’nin bitişiğindedir.
Memleket toprağında böyle bir zâtın yatması ne güzel, onun tanımak ve nurundan istifade etmek ne hoş... Allah rahmet eyleye...
Seyit Burhanettin AKBAŞ
Yorumlar
Kalan Karakter: