(Orta yaşlı bir adam denize bakıyordu. Elinde misinanın yalnızlığı. Uzakta gemilerin isli dumanları, sokak satıcıları, mahalle kızlarının kahkahaları. Kordonda saçlarını havalandıran imbat rüzgarı. Yanında bir çocuk elinde misina sağ bacağında metal eklemli bir ortopedik ayakkabı. Orta yaşlı adam, için için ağlıyordu gemi sirenlerinin gürültüsünde. Balık avlamak bahane hayatı ve acıyı tadıyorlardı.)
Çamurlu bir şehirdi Ankara. Gürültülü çalışan kırmızı renkli otobüsleri, duraklarda ellerinde çantaları ile bekleyen memurları ile kirli gri bir şehirdi. Kış aylarında dışarıda genzinizi yakan kömür kokusu. Dumanlı isli caddelerde geceden yağan karın rengi hemen gri olur, ayakkabılar botlar kirlenir, boğazlı kazaklarının üzerine giydikleri parkaları, kirli sakalları ve dudaklarındaki sigaraları ile sokak çöpçüleri, üşengeç tavırlar ile el arabalarına doldurdukları karı sokaklardan temizlemeye çalışırlardı. Memurlar neredeyse sadece renk farkı ile benzer giyinirler, çantalar benzer, koltuk altındaki gazeteler benzer, benzer zamanlarda benzer adımlarla Ankara’nın caddelerini doldurur ve boşaltırdı. Bazı kamu kuruluşlarının servis arabaları vardı. Memurlar bu servisler ile bakanlıklara taşınır, servis içinde bakanlıktaki hiyerarşi korunurdu.
Caddeler geçti adam ve çocuk. Kirli sokaklar geçti. Bindikleri otobüs bir futbol sahasının önündeki bir kahverengi binada durdu. İndiler. Adam elindeki bavul ile merdivenleri çıktı. Çocuk elinden tutuyordu adamın. Resepsiyonda büyük yakalı beyaz gömleği siyah kravatı ile saçları üç numara traşlı bir asker selam verdi. Adamda selam verdi. Çocuk alışıktı bu asker selamlarına. “Yer varmı oğlum?” Dedi adam. “Komutanım burası subaylara ait astsubay kısımını sorayım” dedi. Telefon ile aradı “varmış komutanım” dedi. Bir sokak arkada eski bir binaya gittiler. İki katlı haki renkli bir bina. Çocuk bilirdi askeri binaları. O binalar soğuk, gri haki ve yağ kokardı. Binanın önünde bir kamelya vardı, ağaçları sonbahar uykusunda. Önünde fıskiyeli bir havuz. Havuzu temizleyen iki asker. Binadan içeri girdiler. Bir resepsiyon. Önünde iki tane deri koltuk. Yerde Isparta üsülü yer yer havlanmış büyükçe bir halı. Duvarda kenarı altın yaldızlı çerçeveli yağlıboya tablo, kenarda pirinç büyük bir vazo. Resepsiyonun siyah bankosu üzerinde bir metal çan.
Oda kaydını yaptırdılar. Karanlık uzun halılı bir koridoru geçtiler. Sarı pirinç anahtarlıklı bir anahtar ile açtılar odanın kapısını. Hiç penceresi olmayan karanlık bir odaydı. Duvara yanaşmış iki demir yatak üzerinde yün şilte, haki renkli battaniye çarşaf nevresim ve en üstte bir yastık. Adam bavulu kenara koydu. Askeri okuldan kalan alışkanlık ile yatakları yaptı. Bavuldan pijamaları çıkardı. Diş macunu ve diş fırçalarını küçük askeri fabrika imalatı komidinin üzerine koydu. Banyo yoktu odada. Banyo ve tuvalet dışarıdaydı. “Acıktın mı oğlum?” Dedi adam. “Hadi gidelim yemek yiyelim”. Çıktılar odadan, o büyük kahverengi binaya döndüler. Binanın orta katlarından birinde geniş camlı bir restoran. Yuvarlak geniş masalar ortalarında yapay çiçeklerden bir vazo. Kırmızı saten üzerinde beyaz masa örtüsü. Ağır ahşap sandalyeler, duvarlarda çiçek resimleri. Oturdukları masa cama yakındı. Yemekler masaya yerleştirildi. Çocuk dışarıyı seyrediyordu. Sarı lacivert formaları ile Ankara takımı antrenman yapıyordu. Sahanın yeşil çimi üzerinde koşturan futbolcular. Neşe ile gülüşen teknik ekip. Çocuk çorbasına kaşığı bıraktı. Sağ bacağına kaydı gözü. Ameliyat olmak için gelmişlerdi. Diz kapağını sıvazladı, yürümekten yorulmuş ayağındaki acıyı hissetti bir an. Gözü dışarıya kaydı yeşil çimler üzerinde koşarken hayal etti kendini. İçindeki ümit yüzünde gülümsemeye döndü. Hızla çorbasını kaşıkladı, yemeğini önüne çekti. “Baba” dedi. “Baksana ben bu ameliyattan sonra koşabilirim demi?” Adam bir an durdu. Yemek lokması takıldı kaldı boğazında. Gülümsedi, yemeğine döndü.
O yıllarda tek kanallı bir televizyon yayını akşam başlardı. Restoranın yanında bir odada kuruluydu televizyon. Sinema gibi sandalyeler konulmuştu önüne. Fişe takan asker beklerdi. Önce yavaş yavaş canlanan siyah beyaz görüntü, öncesinde gelen parazitli bir ses. Yüzünde hiç tebessümü olmayan bir spiker haberleri sunar, eski radyolar gibi merakla izlenirdi bu. Ardından ya bir müzik proğramı ya da siyasi bir açık oturum. Haftanın bazı günleri ise hep aynı saatlerde diziler olurdu. Bu dizileri büyük bir merakla seyredenler, sanki sinemada gibi duygularına hakim olamıyorlardı bazen. Nöbetçi subay bile o saatlerde televizyon salonunda olurdu. Adam ve çocukta salondaydı o akşam. Haberler bitti. Reklamlar başladı. Çocuk büyük bir heyecan ile bakıyordu televizyona. Bir şampuan reklamı uzun saçlı bir kadın bir göl kıyısında yürüyordu. Gölün ışıkları gözlerini kamaştırdı çocuğun. Babasının elini tuttu “baba bu göl bizim acıgöle benziyor, soğukmu acaba suyu” dedi. Adam güldü. “Özledin galiba oraları” dedi. Çocuk kafasını öne eğdi, televizyonda göl ve reklamın sesi, ellerini birbirine kavuşturdu. “Korkuyorum baba çok korkuyorum” dedi. Adam çocuğun kafasını göğsüne bastırdı. Saçlarını okşadı. “Korkacak bir şey yok oğlum iyileşip döneceğiz”dedi. Televizyonda reklamlar bitti. Kaçak dizisinin müziği başladı. Herkes sustu. Çocuk televizyonun ışığında gözlerini ayırmadan kapıldı diziye. Adam gözlerinden akan yaşları silmeye çalışıyordu.
Okurken sanki orada olduğumu hissettiren bu duyguyu yaşattığın için yüreğine ve kalemine sağlık Koray hocam.????
Teşekkür ederim
Harika olmus yine koraycım
Teşekkür ederim canım arkadaşım
Harika bir duygu aktarımı. Teşekkür ederim.
Teşekkür ederim