BİR YILDIRIM GÖRÜCÜ VARDI. BİR YILDIRIMDI O ADI GİBİ HIZI İLE GELDİ, GEÇTİ, GİTTİ, BU DÜNYADAN.
Karasu Karadenizdir. Uzun bir caddenin sonunda aniden dünya değişir. Serseri, çılgın, gürültülü bir deniz dalgaları ile döver sahili. Sahilin kumları arasında rüzgarla dost miskin kediler yalanır, üzerindeki muşambaları yırtık küçük masalar tahta sandalyeler, kulağının arkasında kurşun kalemiyle masalara rasyon bırakan kirli sakallı garsonlar demli bir çayı satarlar. Karasu karadenizdir. Sokaklarında rengarenk basmalar, uçarı koşturmaları ile çırakların gürültüsü, sokak satıcıları, her yerden burnunuza değen balık kokusu. Pazarlıklar gürültülü, sohbetler içtendir.
Yıldırım Karasu’da yaşardı. Babası Ali Görücü doktordu.Rize’den çıkıp neredeyse bütün Karadeniz’de hükümet tabipliği yapmış sonra Karasu’ya yerleşmiş. Caddenin ortasında denizi gören bir muayenehanesi vardı. Odasında Karadeniz, Rize, biraz öğrencilik yilları, bolca kitap, masasının üzerinde köşe bucak okunmuş gazetesi, üzerinde yakın gözlüğü. Muayene masasının kenarında pansuman arabası, kafa lambası, tansiyon aleti, eskimiş bir steteskop. O yıllarda hastalar düğüne gider gibi gelirlerdi doktorlara. Banyo yapılır, en yeni elbiseler giyinilir, sabır ile muayenehane kapısında beklenilir, içeri girilince sanki başka bir dünyanın huzuru ile bir doktor karşılar sizi. Muayene bitince saygı, ile helalleşmeler.
Ali amca çok gülmezdi. Sakin ama güçlü bir sesi vardı. Düşünerek konuşur, asla gözünüzün içine bakmaktan vazgeçmezdi. Kısa süre sonra o gergin yüzünün arkasında yumuşacık bir yüreği hissederdiniz. Bıkıp usanmadan nasihat eder, tecrübelerini anlatır, okuduğu kitaplardan örnekler verir, çocukça hayallerini paylaşır, utanınca bu hayallerden rizeli olmasına bağlardı herşeyi.
O yaz birkaç gün Karasu’da kaldık yıldırım ile. Annesi güzel yemekler yaptı. Akşama kadar hırçın Karadeniz’in kenarında yüzdük. Akşam balıkçı lokantalarında rakı içtik. Ali amca nasihat etti, yıldırımın kardeşleri serili yer yataklarında uyumak zorunda kaldı. O sene planımız İzmir’e gitmek babamın Murat 124 üne yükleyip çadırı Marmaris’te tatil yapmaktı. Gitmeden karasuya uğrayıp malzeme ve para toplamaktı amaç. İzmire gideceğimiz akşam Ali amca uzun uzun bize gençliğinden bahsetti öğrencilik yillarından ve hatalarından konuştuk. Yattık. Öğleye doğru bindirdiler bizi otobüse. Darıcadan feribota bindiğimizi hatırlıyorum birde Susurluk’ta yediğimiz bol yağlı tostu. Gece yarısı İzmir’de terminalin gürültüsü ile uyandık uykumuzdan. Anam uyumamış bizi bekliyor. Biraz sohbet sonrası yer yataklarında uyuduk o gece.
Sabah uyandığımda lise yıllarındaki gibi, penceremin kenarında iki yalı kaçkını kavga ediyordu. Sokaktan domates biber satıcılarının, eskicilerin gürültüsü, otobüslerin kornaları birbirine karışarak geçiyordu. Babam arabayı okulun bahçesine çekmiş, çadırı açıp kurutmuş eşyaları yüklüyordu. Anam güzel bir kahvaltı hazırladı bize. İçimizde yolculuk heyecanı alel acele yedik. İndik arabanın yanına. Babam para sıkıştırdı biraz cebime. Uzun uzun nasihatlerde bulundu arabanın özelliklerinden, benzini nereden alacağım dahil her şeyden bahsetti. Bindik arabaya dört kişiyiz. Yıldırım önde yanımda. Anam arkamızdan bir tas su döküyordu Yeşilyurt’tan ayrılırken.
Marmaris yolu uzundur. Dağlar aşılır çam kokan vadilerden geçilir. Hele Gökova körfezinde köy kahvelerinde adaçayı kokan bardaklarda yorgunluk atılır. Gökova hüzünlü bir kadının ayaklarının suya değdiği yerdir. Akşamüstü kıvrılarak inilirse körfeze doğru içinizi ısıtan bir sarı ve o sarıya bulaşan masmavi bir denizi izlersiniz. Bizde bu yollardan geçtik. Marmaris’te durduk kısa süre sonra inbükü. O yıllarda çadır ile konaklanan bir yerdi inbükü orman kampı. Kampın girişinde koca göbekli orman koruma memuru karşıladı bizi. Yer istedik suratı değişti. “Gençler bekarsınız burası aile yeri üzgünüm” dedi. Birkaç yıl orada kalmıştım ailece. “Abi biz daha önce kaldık” dedim. “Hepimiz üniversite öğrencisiyiz. Mesela ben tıp öğrencisi Ahmet’te öyle, yani kimseyle işimiz olmaz”dedim. Etrafına baktı “iğne yapmayı biliyon mu sen?” Dedi. “Hayırdır abi hallederiz” dedim. Masasının gözünden bir ilaç çıkardı. Bir aliminyum kutu içende cam enjektör. “Bel fıtığı dediler ameliyat olmaktan korkuyorum. Bu iğneyi verdi doktor. Yaparsan her gün veririm arkalarda bir yer” dedi. Kabul ettik. İbrikten su doldurduk enjektör kutusuna, gaz ocağında kaynattık. Soğudu biraz. Babamın sağlık kabininde yapmıştım birkaç kez iğne. Çektim ilacı, adam masanın üzerine uzandı. Yaptım iğneyi. Adam kalkmadı harekette etmedi. Panikledim. Sarstım adamı döndü bana “elin hafifmiş sağol yarında yaparsın”dedi.
Bir hafta sabah kuş sesleri, satıcı gürültüleri, akşamları cırcır böceklerinin zılgıtları ile geçti. Denizin serinliği güneşin sıcağı ile geçen bir hafta. Paramız yettiğince yedik içtik. Eğlendik yüzdük güneşlendik. Ayrılacağımız gün sabah topladık çadırı, öğleye kadar denizde zaman geçirdik. Yola çıkarken parasını ödedik kampın. O yaz güzel bir tatil yaptık. Ali amca yıllar sonra vefat etti. Doğduğu memlekette toprağa verildi. Yıldırım; Ali amcanın köpeğinin mezarın başından hiç kalkmadığını ve orada öldüğünü anlatmıştı. Hepimiz hıçkıra hıçkıra ağlamıştık. Birkaç yıl önce ben bir gezi sırasında inbüküne gittim. Çadırı kurduğumuz yer boştu. Oturdum. Çadırın önünde yıldırım ile çay içerken yaptığımız sohbeti hatırladım. Çadırda ahmedin sakarlıklarına gülüşümüzü, gece yarılarına kadar doğayı dinlediğimizi, yıldırım ile bir birimize verdiğimiz sözleri hatırladım. Gözlerimin önünde onun tebessümlü yüzü. Verip te tutamadığımız her bir sözü düşünüp çam yapraklarını kopardım uzun uzun. Ağlamak güzeldir çok yakışır insana. Ağladım uzun uzun. Kalktığımda hava kararıyordu. Ağustos böceklerinin cayırtısı kaplıyordu inbükünü. Hüzünlü bir karanlıktı, ama hayat sürüyordu.
Teşekkür ederim
Teşekkür ederim. Yine keyifle okudum.
Okurken yaşıyorsun yine çok güzel anlatım ve güzel hatıralar... Kaleminize sağlık