“Hep Kayseri’yi yazdım şimdiye kadar. Ruhunu kaybeden şehirlerin geçmişlerini yazarak ruhlarının yenilenmesine katkım olacağını düşünüyorum. Arapgir’i merak edin lütfen.”
“Acep bir dağ var mı başı dumansız,
Bir aşka düşmüşüm vakit amansız,
Yandım ateşine dinsiz imansız,
Sular gibi çağlar çağlar yanarım.”
Arguvan türküsü
Uzak bir şehirde, uzak bir kasabadır Arapgir. Uzun yıllar boyunca otogarda dedemin gelişini beklediğim şehir. Yorgun ve gözlerine kan oturmuş şöför otobüsü durdurduğunda; uyku sersemi muavin, dağılmış saçlarını düzelterek, otobüsün bagaj kapılarını açardı. Dedem yavaş adımlarla iner otobüsten çuvallara, sepetlere konulan Arapgir’den gelen kargo ile dönerdik eve. Anam gelen sucukları, dut pestillerini, kurutulmuş dutları, ceviz ve bulguru yerlerine kaldırırdı. Dedem tütün tabakasından sigarasını çıkarır yakar uzun uzun Arapgir’den söz ederdi. İşte böyle bir şeydi bizim ailede Arapgir. Bazı yıllar babam bizi bindirir otobüse, tatil için gönderirdi. Malatya’da inerdik sabah. Ardından uzun dolambaçlı ve dar yollardan Arapgir. Eşyalarımız bir eşşeğe yüklenir dedemin evine kadar bol ağaçlı yollardan geçilir ve yaprak hışırtıları ve köpek ulumaları arasında gaz lambasında serilen döşeklerde uyunurdu.
Çok sık gidemesek de hep bizim için bir yol mesafesi olan Arapgir. Lise yıllarım, dedemin memleketi. Babamın gözü yaşlı dinlediği Arguvan türküleri. Kışın evin mutfağını baharat dolduran sucuğun dilimde bıraktığı tad. Reyhanla yapılan salataların kekremsi tadı. Ayrılık öyküleri, geride kalan hüzünler. Yılar sonra hatırlanan akşam sohbetleri, kaybettiğimiz dedemin gülen yüzü. Eksik bir coğrafyanın eksik memleketi.
Çok uzun yıllar sonra gittim tekrar. Sokakları değişmemiş. Taşları eskimiş sokaklar, sıvaları, çatılarındaki kiremitleri dökülmüş evlerin pencerelerinde rengarenk çiçekler. Yıllar yaşayanları yaşlandırmış. Bazıları ölmüş. Gençler tıpkı öncekiler gibi. Kendilerine ait küçük dünyalarında. Bin yıldır varmış gibi her şey. Sanki her gün biri, görevli bir el yüzyıllardır değişmeyen her şeyin tozunu alıyor, her şeyi aynı tutuyor. Evler aynı. Hırdavat dükkanlarındaki dağınıklık, bakkallardaki ekşimiş mamül kokusu, kasap dükkanlarında tezgahlardan eksilmeyen sinekler aynı. Yokuş inerek ulaşılan derinin suyu azalmış sadece, dallarını eğen dutlar, bostanlarda rengarenk domatesler, evlerin kilerlerindeki turşular ve peynir aynı. Zamana inat değişmemiş hiçbir şey.
Bir tane oteli var. Belki de vardı. Çünkü ben gittiğimde kapanmak üzereydi. O da zamanın içinde kalmış kurumuş bir gül gibi. Dişleri altın kaplı orta yaşlı bir kadın işletiyor. Türkçesi bozuk, üzerinde geçmişte kalmış rengarenk çiçekli bir elbise. Bilinmez bir dünyadan gelmiş bir kraliçe gibi. Temizliği yapan bir başka kadın daha var. Acılı ve hüzünlü bir yüzü var. Merak edilecek bir sessizliği. Türkü dinliyor garip ama Arguvan değil. Oysa oralı. Kocası sokağa atmış. Bu otel iş vermiş. Otelde yatıp kalkıyor. Hüzünlü yüzünün arkasına saklanan hayalleri. Sokağın sonunda eski ve kirli bir arabaya binen bir bakkal var. Kirli sakallı orta yaşlı evli. Hüzünlü kadın onun istekli bakışları ile hatırlıyor kadınlığını. Memleket işte, sadece geceleri yatağına girip yorganı çekince başına işte bu kadınlığın kurduğu hayallere izin var. Muhasebede camları briyantinli oğlanı da unutmamak lazım. Altın dişli kadının akşamlarında inleyerek ismini fısıldadığı bu oğlanın sevgilisi köyde hala.
Rüzgar yüzüne vurduğunda Arapgir’in meydanında üzüm satan köylünün memleketi. Bir müşterinin bıraktığı ayakkabıyı tamir eden tıknefes ayakkabıcının memleketi. Tahta çivili kösele pabuçların memleketidir bu ilçe. Ermeni ustaların yarattığı el işi ayakkabılar bu topraklarda. Vaftiz törenlerinin en lahiyalı şaraplarını üreten yer de burası. Bu ilçenin bu güzel ustaları bu ilçeden kovalanana ya da İstanbul’da büyük işler yapana kadar hem bu şehir hem de tüm dünya için ürettiler. Ama bu ilçede değiller artık.
Çok yıllar geçti. Çok ilçelinin cenazesi kalktı camilerden. Arkasından ağlanılan çok sevgili oldu. Çok yağmur yağdı caddelerine. Çok kar kürendi çatılardan. Çok hayal soğudu, çok aşk acısı kabuk bağladı yüreklerde. Normalde bu kadar çok şey değiştirir dünyayı ama Arapgir değişmedi. Oysa ne çok şey var söyleyeceği. Mesela Ermeni ustalardan öğrenilen iskarpin var tahta çivili. Kim bilir kaç asırdır yapılan kebap, düğünlerin vazgeçilmez seyirlik köy oyunları var. Bir tarihi bellemek değil sadece bir memleketi anlamak; alın terinde, yürekte var olanlar demek. Belki biraz istemek bolca cesaret demek.
Çocukluğumun rüzgar ile konuşan meyve ağaçları, mercan suyuna koyduğum karpuz, salına salına avuçlarımdan ballı dut, düğünlerde yediğim kaburga pilavı, ahşap destekli evimin tavanına sığınan tarla kuşları. Çocukluğum, babamın çocukluğu, dedemin sigara tablasındaki küçük dut dalı ağızlık. Beni görünce kaçan mahalle kadınları, beni dost sayan sokak köpekleri. O gece otel odasında değişmeyen bir ilçeden olan üzüntümü anlattığım altın dişli kadın ve onun anlamamış yüzü. Sizce artık bu kadar kış uykusu yetmez mi?
“Acep bir dağ var mı başı dumansız, bir aşka düşmüşüm vakit amansız.” Bir hayal değil, belkide birkaç yılda bu dumansız dağa bir tutuşturmalık köz lazım. Bir uzak şehirde uzak bir ilçeye bir aşk lazım. Dedeme, babama, bu coğrafyanın yüreğine armağan, değiştirebilmek için geçmişi ve geleceği birleştirebilmek lazım.
Teşekkür ederim
Bu ne güzel anlatım böyle..!! Saygı ve Sevgiyle, Selamlıyorum...Yüreğinize Sağlık...
Emeğine sağlık Koraycığım ????????????
İnanılmaz bir hikaye eline sağlık
Teşekkür ederim arkadaşım
teşekkür ederim arkadaşım
Teşekkür ederim sağolun
Çok güzel hocam
Arapgir’i ben de özlemişim. Anılara ve o güzelim sokaklara, lezzetlere götürdünüz. Kaleminize, yüreğinize sağlık. Teşekkürler...